17 Temmuz 2013 Çarşamba

Gezi Rehberi 2: Cambridge

Maths Bridge - Matematik Köprüsü

Cambridge muhteşem bir üniversite kenti ama ona sadece akademik açıdan yaklaşmak büyük haksızlık olur çünkü çok güzel bir şehir. Nehir, köprüler ve sandallar, tıpkı Venedik gibi masalsı bir hava yaratıyor. Venedik'in kanalları ile nehir ne kadar karşılaştırılabilir bilmem ama teşbihte hata olmaz derler. En iyisi fotoğraflara bakıp siz karar verin. Buradaki altı düz sandallar gondollarla karşılaştırılamaz tabii. Venedik ne kadar görkemli ise, Cambridge o kadar sade ve güzel. Venedik ne kadar rengarenk ise, belki de gri İngiliz havası yüzünden Cambridge sadece gri, yeşil ve bej/kahve... Ama güzel işte... O sadelikle, o sakinlikle... Neden üniversite şehri olduğunu da anlıyorum aslında, çünkü bu şehirde bir şey var ve insanı ders çalışmaya itiyor...


Clare Bridge - Clare Köprüsü

Clare Köprüsü en eski köprüymüş... Kısa adı bu olsa da aslında ismi Clare College Köprüsü. Cambridge Üniversitesi'nin en eski ve önemli okullarından (kolejlerinden) birisi. Bahçesini gezdik ve bayıldık. Bu fotoğrafı o kadar çok seviyorum ki... Baktıkça bakasım geliyor. Yeşil ne harika bir şey değil mi? Cambridge'in bir çok köprüsü var ve hepsi birbirinden güzel. Aynı Venedik'te olduğu gibi burada da bir Ahlar Köprüsü (Bridge of Sighs) var... Ama ben Venedik'tekini de bunu da sevmedim. Sebebi çok basit, hikayeleri çok hüzünlü... Bu arada, ilk fotoğraftaki Matematik köprüsü ise Clare ile birlikte en sevdiğim köprü...  


Trinity Hall, Jerwood Library - Trinity Yurdu, Jerwood Kütüphanesi

Dedim ya, "bu şehirde bir şey var ve insanı ders çalışmaya itiyor" diye... Yukarıdaki gibi bir kütüphaneniz olsa, siz çalışmaz mıydınız? Bu yapı aslında diğer Cambridge binalarına kıyasla çok yeni... Mayıs 1999'da hizmete açılmış... Ama ne kadar ilham verici, öyle değil mi? Cambridge zaten mimarisi ile ünlü bir şehir aynı zamanda. Mesela yuvarlak bir kilisesi var, adı üstünde: the Round Church... Tabii başka bir adı daha var: Church of the Holy Sepulchre. Bir fotografını çekmiştim ama buraya koyabileceğim kadar güzel çıkmamış. Çünkü çok zevkli İngilizler tam önüne kocaman bir yol tabelası, bir de girilmez levhası konduruvermişler ve binanın bütününü vermek için hangi açıdan çekmeye çalışırsanız çalışın o sakalet fotoğrafın orta yerinde gözüküyor. Ama kiliseyi merak ederseniz bu linkten bazı fotoğraflarına ulaşabilirsiniz. 


Sundial, Gonville and Caius College - Güneş Saati, Gonville and Caius Koleji

Yukarıda Gonville and Caius College'ın güneş saatini görüyorsunuz. O da beğendiğim yapılar arasında yerini aldı... Aslında bu bir giriş kapısı. Hatta kapının adı da Onur Kapısı (Gate of Honour). 

Her nedense, son yıllarda bende bir perspektif takıntısı başladı... Çektiğim fotoğraflarda iyi bir perspektif yakaladığım zaman çok mutlu oluyorum. Dolayısı ile Cambridge benim için bu açıdan bulunmaz bir yerdi. Aşağıdaki fotoğraflar beni doğrular sanırım...






Perspektifi özellikle belirginleştiren bir öğe ise binaların üst katlarına yere paralel uzantılar olarak yerleştirilmiş yaratık/canavar şeklindeki oluk ağızları... Yani gargoyles... Aşağıdaki fotoğraf sanırım size bir fikir verir... Kabul ediyorum, çok ürkütücüler... Ve ben de haz etmiyorum... Ama bir o kadar da perspektif harikaları yaratabiliyorlar... Bunlardan Notre Dame Katedrali'nde de var. Ama fotoğraflar için Paris yazımı beklemeniz gerekecek... 

Gargoyles - Yaratık/Canavar şeklindeki oluk ağızları

Bu korkunç yaratıklardan sonra biraz da gülmek lazım tabii.. Aşağıdaki fotoğraftaki amca cidden o çöp kutusunun içine gitarı ile birlikte sığıyor ve de çalıp, şarkılar söylüyor. Adam kesinlikle kısa boylu değil ve bu gerçek bir çöp kutusu... Yani belediyeye ait... Bildiğiniz kamu malı... Zaten çöp kurutusunun üzerinde gördüğünüz yapıştırılıp çıkartılmış izler de reklam afişi izi filan değil. Düpedüz koli bandı izi. Adam içine girmesin diye belediye ekipleri bu çöp kutusunu sürekli bantlıyormuş ama adam bantları söküp yine giriyormuş içine... Olağanüstü değil mi? İnsanın kendini ifade etmek için bulabileceği yolların sonu yok... E tabii bir de özgürlükleri sonuna kadar savunan bir ülkede yaşıyorsanız eğer, tadından yenmez...   




Cambridge çok renkli değil demiştim ya... O bir kaç doğal rengin arasındaki bu kırmızı lekeler beni büyüledi... Aşağıdaki çok net bir fotoğraf olmadı ama bu ağaç her ne ağacı ise, ona aşık oldum...




Bu yazıda size çok yeme-içme ve kalacak yer önerisinde bulunamadım. Bunun birkaç sebebi var. Öncelikle kabul edelim, İngilizler mutfakları ile ünlü bir halk değil. İkinci olarak da biz otelde ya da bir pansiyonda kalmadık. Bu sebeple yatacak yer önermem pek mümkün değil. Ama ben sizi restoran ve cafe tavsiyesiz burakmayacağım elbette ki... İngiltere'de bulabileceğinizin en iyisi Cambridge'e gelmiş zaten: Jamie's Italian... Ünlü İngiliz şef Jamie Oliver'ın restoranı. Tabii ki gittik, denedik ve de bayıldık. Orada yemek yemeden asla dönmeyin. Diğer yerlere göre çok azıcık pahalı ama değer... Bu arada, çok şahane lezzetli yemek değil de doymak; temiz ve iyi bir yerde yemek isterseniz, İngiltere'nin her yerinde All Bar One hayat kurtarır. Bizim için Cambridge'de de öyle oldu. Akılınızda olsun... Pizza Express de güzeldir, özellikle Londra'dakiler ama Cambridge'dekini sakın denemeyin, Pizza Hut bile daha iyidir...   

Tamam, İngilizler yemek yapamıyorlar ama çay ve çay saati onların işi... Bu yüzden, mutlaka bir çayhaneye (tea house'ı çevirince böyle komik oluyor) gidin. Auntie's Tea Shop bunun için iyi bir yer. Yalnız uyarayım: benim gibi kesif süt kokusu sevmeyenlerdenseniz, içerdeki kokuya alışmanız biraz uzun sürebilir. Ama o nefis cream tea'sinden tadarsanız, o kokuyu bile unutursunuz... Yok böyle bir lezzet. Cream Tea dedikleri aslında hafif şekerli bir çörek (ya da tatlı beyaz ekmek) türü; yanında krema ve reçel (çilek, böğürtlen, frambuaz gibi berry çeşitlerinden yapılan reçeller) ile servis ediliyor... Küçük bir hatırlatma: İngiltere'de pek çok yerde, aksini söylemediğiniz takdirde, çayınız sütlü gelir, aman diyeyim o korkunç tadı denemeye kalkmayın... Çayı sütlü seviyorsanız, o başka tabii... Auntie's'de sütü çayın yanıda sütlükle getiriyorlar Allah'tan... 

E oralara gitmişken yüzlerce yıllık Publardan birinde de bir iki kadeh bir şey için elbette. Yalnız, Pub yemeklerinde tuhaf rutubetli bir koku oluyor, ben sevmiyorum... Bu yüzden yemeği başka yerde yemenizi şiddetle tavsiye ederim... The Eagle, the Mitre ve the Anchor güzel publar... Gelgit olup da sular yükselince the Anchor'ın bahçesi sular altında kalıyor yalnız, aman dikkat....

Bir de kilise-café var: Michaelhouse Café. Oranın da ev yapımı kekleri çok güzel. İbadete açık bir kiliseden café nasıl olur diye merak ediyorsanız görmeniz lazım. Bazen özel davetler için de kiralanıyormuş. Biz birine denk geldik. Dışardan oldukça güzel gözüküyordu. Ama içeri giremedik tabii. Bu sebeple ertesi gün gidip denedik...

Ayrıca, muhteşem King's College binasının tam karşısında, King's Parade üzerinde bir Türk restoranı var, adı Agora @ The Copper Kettle. Yemekler çok muhteşem değil belki ama tadlarının iyi olduğundan, doyacağınızdan, tanıdık bir şeyler yiyeceğinizden ve de çalışanların güleryüzünden emin olabilirsiniz.... 

Şehirde yapılabilecekler arasında müzelere gitmek de var. Bazı okulların müzeleri ve şapelleri var, mutlaka görmek lazım. Okulların ziyarete açık olanlarını da mutlaka gezin. Çok güzel binalar... King's College'ın Café'sini de şiddetle tavsiye ediyorum. Normalde sadece öğrenci ve çalışanlara açık ama biz girebildik... Şanslıysanız belki siz de girebilirsiniz....

Nehirde altı düz sandallarla gezi yapabilirsiniz. Buna punting deniyor ve çok keyifli... Cesur olanlar kendileri kullanabiliyorlar sandalları ama tavsiye edilen onların deyişi ile "şoför" kullanmanız...

Kadın takipçilerim için küçük bir not: Turistik gezinizde fönlü saçlar istiyorsanız eğer, ufak bir servet ödeyerek kendinizi Philip Helliar'ın ellerine teslim edebilirsiniz... Muhteşem bir deneyim ama bedeli maalesef fazlaca yüksek... Web sitesinde fiyat listesi de var, bakarsanız, ne demek istediğimi anlarsınız. Ücret içime otudu diye uyarmak istediğimden para puldan bahsediyorum, görgüsüzlük olarak algılamayın, ne olur. Ben mecburiyetten gittim ama değdi...   

Cambridge'e gitmişken muhteşem kitabevlerini gezmeyi, yeni kitap kokusunu içinize çekmeyi de unutmayın bu arada... Şimdilik benden bu kadar....    


Hoşçakal Cambridge... Yine ziyaretine geleceğim...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder